TATİLİN ARDINDAN
Köşe Yazıları
Yayın: 04 Eylül 2012 - Salı - Güncelleme: 04.09.2012 12:09:07
Editör -
Okuma Süresi: 10 dk.
1950 okunma
Sıcak bastırdıkça işten güçten kesildi elimiz. Hayatı ölmeyecekmiş gibi yaşadığımız bu şehrin gürültüsünden kaçıp nerelere gitmeli derken…
Yolda bulduk kendimizi, arka koltukta bağrışan çocuklar, bagajımızda bavullar.. Uzayan yollara döktüğümüz sorunlar, dava dosyaları, okul evrakları, televizyon programları, gürültülü şarkılar…
Önce yedeğimizdeki bir emaneti sahibine teslim etmek üzere Biga’ya uğradık. Hani ölmekte olan yaşlı baba oğullarına vasiyette bulunur. ‘Memleketin her köşesine bir ev yapacaksınız!’ baba ölünce vasiyetini yerine getirmek üzere harekete geçer evlatları ve birkaç evden sonra sıfırı tüketirler. Babalarının bir dostu çıkış yolunu gösterir onlara. ‘Memleketin her köşesinden dost edinin yeter. Çünkü dostun kapısı sizin kapınız olur eğer dostluğunuz gerçekse.’
Avukat Seçkin Tay’ın evi işte bu şekilde benim evimdir öğrencilikten beri. Köyü benim köyümdür… Bilirim ki ne vakit yolum düşse pazarlıksız bir muhabbetle karşılanıp buyur edileceğim içeri. Yüz yıl öncesine açılacak buyur edildiğim kapı. Konuk olmanın, insan olmanın, dost olmanın, sevilip önemsenmenin artık unuttuğumuz o benzersiz hazzını yaşayacağım…
Biga’nın Gümüşçay yolunda bir tepenin üzerine kurulu harikalar diyarının adı Bigarden. Atlar, develer, deve kuşları, kümes hayvanları, at koşumları, ok atışları, köftenin en güzeli ve Müzeyyen Senar’ın sesi… Seçkin’in hayali idi bu. Öğrencilik yıllarından beri atlara tutkunluğunu anlatırdı. Mesleğinden kazandığı parayı hayatını güzelleştirmek için harcayan nadir tanıdıklarımdan birisidir o. Bigarden Avukat Seçkin Tay’ın hayalinin somut hali. Belki bu sebeple yirmi yaşımı buluyorum orada.
At sevdası uğruna nakd-i ömrünü sarf eylemiş bir dedenin torunuyum ben. Atlara bakınca büyükbabamı görüyorum bu yüzden. Atlara baktıkça ne masallar geçiyor zihnimden, atlara bakınca sevdalanıyorum hayata yeniden. Kırkından sonra jokey olacak değilim elbet, ama dedemin sevdasını yaşatan bir oğulcuğum var. Hani tıpkı onun gibi atlara, kuşlara, kedilere köpeklere tutkun bir adam benim oğlum. O at bindi, at yelesi okşadı, eliyle şeker yedirdi taylara… ben izledim.
Eşimin dedesine ait orijinal bir Çerkes eyerini hediye ettik ona. Üzengilerinde yüz yıllık çamurun izi duran, manda derisinden yapılmış, kemerleri gümüş tokalı bir eyer bu. Nasıl mutlu etti dostumu… o eyerin sırtında Kafkasya’dan gelen Mehoş İshak görse idi bu hali, pek memnun olurdu.
Seçkin’le muhabbetin belini kırdık. Sigara tellendirdik, kahve höpürdettik. Geçen yıl kendisini tanıma onuruna nail olduğumuz Biga Kaymakamı Fatih Genel katıldı sohbetimize.
Burada durup ondan bahsetmeli. On beş yaşında bir yeni yetmenin samimiyetiyle dost olan, yirmisinde bir delikanlının bileğiyle yay çeken, kırk yıllık bir kuyumcunun parmaklarıyla zihgir yontan, fikri sorulduğunda seksen yaşındaki bir bilgenin olgunluğuyla cevap veren, lütufkar, enerjik, dingin, entelektüel bir beyefendi Biga Kaymakamı Fatih Genel. Kendisi ile konuşulacak konular bitmiyor.
Atlardan, kılıçlardan, kamalardan, eyerden, idareden, şarkılardan, Leyla ile Mecnun’dan bahsettik geç saate kadar. Bunca mı idealist olur bir insan… Hani elverse de ikimiz bir yandan sırtlansak vatan coğrafyasını. Terörü yerin dibine gömsek, yurdun dört bir yanında neye ihtiyaç varsa onu alıp götürsek. Çok benziyoruz birbirimize, çok ayrıyız hem de… Gözlerimizi kapadığımızda ikimiz de kanatlanıyoruz… o at sırtında uçuyor, ben at öyküleri söylüyorum ona. İkimiz de Mecnun’u pek sünepe buluyor fakat Leyla’ya suizan etmiyoruz.
Bir dostun evinde nasıl dinlenirse insan biz de öyle sabah ettik. Yola devam edecektik. ‘Mülki amirin emridir, gidemezsiniz!’ dediler. Bizi alıp, Karabiga tarafında Kemer adlı bir köye indirdiler. Kemer dedikleri, Pharion adlı antik şehrin kalıntıları üzerine kurulu bir balıkçı köyü. Halkı Dedeağaç göçmeni. Kemer dedikleri, geç bulunup çabuk kaybedilmiş bir diyar…
Bu köyde üç gün kaymakam beyin konuğu olduk. Çocukluğumun Silivri’sine düşmüştüm sanki. Issızlığın ortasında denizin sesini dinledik. Deniz kabuğu topladık çocuklarla, çapariye gittik. Hem uskumru vurdu oltama, hem trakonya, hem istavrit…on beş sene olmuş misina bağlamayalı. Balıkçılarla açık saçık sohbet yapmayalı, bir kotranın güvertesinden akşam güneşini izlemeyeli…
Üç günden sonra ver elini Bandırma… üzerine iyice yaşlılık sinmiş halamın hatıraları… balkonda onunla sigara keyfi… vakti geçmeyen bir güzellik o. Kendisini güldürene ‘nibevuzir yixin!’ diyen son kişi…
Bursa’da eskinin izlerini arayarak geçen zaman. Çınar altında çay… Üftade, Emir Sultan… Sonra Amasya’nın suya yüzünü dönmüş evleri… her gecesi düğün eğlenceli köyler. Artık bir orta yaşlı olarak oyuna davet edilmesem de bağıra bağıra akordeona eşlik etmek de güzel.
Sonra Çorum… Anadolu’nun orta yerinde daha önce görmediğim girmediğim tertemiz bir vaha… Eski sokaklarında kırk yıllık yuva sıcaklığında bir antikacı dükkanı… kılıçlar, kamalar, lambalar, bakır taslar… bir dost meclisinde tanıdığım delikanlının yüreğini yaralayan zalim kızı kaçırmak üzere büklüm büklüm yolları geçip vardığımız Vakıflar adlı bir köy… modern çağa ait bir kız kaçırma denemesi… delikanlı hala eski delikanlılar gibi mahcup ama eski Çerkes kızlarından eser yok. İpek bir mendilin yere düşüşü gibi değil artık onların selamları. Modern çağ ona da pantolon giydirmiş, haline hareketine erkeksilik katmış, cazibesini elinden almış. Bacağı kırık leyleklere, çiçeği dökük dallara, suyu kurumuş pınarlara dönmüşler. İşin kötüsü onlar neyi yitirdiklerinden öylesine habersizler ki.
Sonra Ankaralı dostumuz Alev Ateş’in televizyondan duymaya alıştığımız spiker sesi ile anlattığı Amerikan izlenimleri. Daha büyük evler, daha büyük insanlar, daha büyük yemek porsiyonlar, daha büyük memleket. Ve ayrılığın, farklılığın bin bir çeşidi ile onların birbirleriyle olan karmaşık kombinasyonları… Amerika bundan ibaret…
Derken, Çatalca İhsaniye’deki bir dost meclisinde şarkı söyleyip üç sarhoş adamı oynatırken buluyorum kendimi. ‘Kuyu da başında bakır, Fatma’m gözlerin çakır… Fatma’ma hasta diyorlar, oynuyor şakır şakır…’
Şakır şakır oynuyorlar hakikaten. Kocaman göbeklerini fıkırdatıp beceriksiz sekişlerle yeni figürler çıkartıyorlar. Karşı yamaçta yankılanıyor kahkahaları… ‘saygılar sunarız avukat abi,’ diyorlar… ‘gene gel…’
Ve Adapazarı’na bağlı Kayalar Memduhiye köyünde Rahmi Deniz Hoca’ya konuk olduk son olarak. Yirmi misafiri bahçeye kurulu uzun masalarda öyle bir ağırladı ki Lale devri erkanı böyle sofra görmedi. Erik sızballı dana eti, içi dağ kekikli halujlar, Abhaz peyniri, çerkes peyniri, kızartılmış peynir, cevizli tavuk, acıka, barbunya ezmesi, zeytinin, reçelin balın en özel çeşitleri, kızartılmış sebzeler ve daha neler… Kahvaltı keyfimize Rahmi Deniz Hoca’nın güler yüzü eşlik etti. Bir ansiklopedi cildini karıştırır gibi konudan konuya atlayarak konuştuk. Sonra Kayalar’ı gezdik. Her biri birkaç dönüm üzerine kurulu bakımlı, modern Abhaz evlerinin verandalarında oturan herkes pırıl pırıl kıyafetli, yaşlılar sinekkaydı traşlı, ev sahibeleri güler yüzlü, genç kızlar makyajlı… koca köyün içinde hiç kimseyi ev hali yakalayamadık. Bakımlı bahçelere rastgele savrulmuş bir tek yaprak yok… suyu azalmış dereler üzerinde çoluk çocuk gülümsedik fotoğraf makinasına…
Ve Faruk’u gördüm ayaküstü. Üniversite yıllarım, aynı evde kaldığımız o ömrümüzün bahar devri, Usul Hukuku illeti, Borçlar Hukuku derdi… gençliği zehir etmeye değer miydi… ah çektik birlikte… kilo almış kerata… elleri hala çocuk elleri gibi… sesi kayıp oyuncağını arayan çocuğun sesi… kardeşim… kardeşim...
Ve bugün itibarıyla döndük işin ve gücün dünyasına. Silivri sahilinin en kadim sakinlerinden Kemal Yıldırım ağabey dünya değiştirmiş dün. Mevlasına kavuşmuş… Tadı olur mu bilmem bundan böyle kıyıda volta atmanın… Kara gözlüklerinin ardından insanın yüzüne sımsıcak bakan o muzip adam olmayınca… ‘seni sarhoş derviş, seni Mardinli Kemal Derviş!’ diye kime sarılırım ben, kiminle kolkola girip siyasilere söylenirim. Kiminle Çeçence muhabbet ederim. Kim seslenir ardımdan ‘Zalım, Zalım !’ diye. Ben kimi bundan sonra onu sevdiğim gibi severim.
Aşk olasın dünya… aşk olasın…
Yolda bulduk kendimizi, arka koltukta bağrışan çocuklar, bagajımızda bavullar.. Uzayan yollara döktüğümüz sorunlar, dava dosyaları, okul evrakları, televizyon programları, gürültülü şarkılar…
Önce yedeğimizdeki bir emaneti sahibine teslim etmek üzere Biga’ya uğradık. Hani ölmekte olan yaşlı baba oğullarına vasiyette bulunur. ‘Memleketin her köşesine bir ev yapacaksınız!’ baba ölünce vasiyetini yerine getirmek üzere harekete geçer evlatları ve birkaç evden sonra sıfırı tüketirler. Babalarının bir dostu çıkış yolunu gösterir onlara. ‘Memleketin her köşesinden dost edinin yeter. Çünkü dostun kapısı sizin kapınız olur eğer dostluğunuz gerçekse.’
Avukat Seçkin Tay’ın evi işte bu şekilde benim evimdir öğrencilikten beri. Köyü benim köyümdür… Bilirim ki ne vakit yolum düşse pazarlıksız bir muhabbetle karşılanıp buyur edileceğim içeri. Yüz yıl öncesine açılacak buyur edildiğim kapı. Konuk olmanın, insan olmanın, dost olmanın, sevilip önemsenmenin artık unuttuğumuz o benzersiz hazzını yaşayacağım…
Biga’nın Gümüşçay yolunda bir tepenin üzerine kurulu harikalar diyarının adı Bigarden. Atlar, develer, deve kuşları, kümes hayvanları, at koşumları, ok atışları, köftenin en güzeli ve Müzeyyen Senar’ın sesi… Seçkin’in hayali idi bu. Öğrencilik yıllarından beri atlara tutkunluğunu anlatırdı. Mesleğinden kazandığı parayı hayatını güzelleştirmek için harcayan nadir tanıdıklarımdan birisidir o. Bigarden Avukat Seçkin Tay’ın hayalinin somut hali. Belki bu sebeple yirmi yaşımı buluyorum orada.
At sevdası uğruna nakd-i ömrünü sarf eylemiş bir dedenin torunuyum ben. Atlara bakınca büyükbabamı görüyorum bu yüzden. Atlara baktıkça ne masallar geçiyor zihnimden, atlara bakınca sevdalanıyorum hayata yeniden. Kırkından sonra jokey olacak değilim elbet, ama dedemin sevdasını yaşatan bir oğulcuğum var. Hani tıpkı onun gibi atlara, kuşlara, kedilere köpeklere tutkun bir adam benim oğlum. O at bindi, at yelesi okşadı, eliyle şeker yedirdi taylara… ben izledim.
Eşimin dedesine ait orijinal bir Çerkes eyerini hediye ettik ona. Üzengilerinde yüz yıllık çamurun izi duran, manda derisinden yapılmış, kemerleri gümüş tokalı bir eyer bu. Nasıl mutlu etti dostumu… o eyerin sırtında Kafkasya’dan gelen Mehoş İshak görse idi bu hali, pek memnun olurdu.
Seçkin’le muhabbetin belini kırdık. Sigara tellendirdik, kahve höpürdettik. Geçen yıl kendisini tanıma onuruna nail olduğumuz Biga Kaymakamı Fatih Genel katıldı sohbetimize.
Burada durup ondan bahsetmeli. On beş yaşında bir yeni yetmenin samimiyetiyle dost olan, yirmisinde bir delikanlının bileğiyle yay çeken, kırk yıllık bir kuyumcunun parmaklarıyla zihgir yontan, fikri sorulduğunda seksen yaşındaki bir bilgenin olgunluğuyla cevap veren, lütufkar, enerjik, dingin, entelektüel bir beyefendi Biga Kaymakamı Fatih Genel. Kendisi ile konuşulacak konular bitmiyor.
Atlardan, kılıçlardan, kamalardan, eyerden, idareden, şarkılardan, Leyla ile Mecnun’dan bahsettik geç saate kadar. Bunca mı idealist olur bir insan… Hani elverse de ikimiz bir yandan sırtlansak vatan coğrafyasını. Terörü yerin dibine gömsek, yurdun dört bir yanında neye ihtiyaç varsa onu alıp götürsek. Çok benziyoruz birbirimize, çok ayrıyız hem de… Gözlerimizi kapadığımızda ikimiz de kanatlanıyoruz… o at sırtında uçuyor, ben at öyküleri söylüyorum ona. İkimiz de Mecnun’u pek sünepe buluyor fakat Leyla’ya suizan etmiyoruz.
Bir dostun evinde nasıl dinlenirse insan biz de öyle sabah ettik. Yola devam edecektik. ‘Mülki amirin emridir, gidemezsiniz!’ dediler. Bizi alıp, Karabiga tarafında Kemer adlı bir köye indirdiler. Kemer dedikleri, Pharion adlı antik şehrin kalıntıları üzerine kurulu bir balıkçı köyü. Halkı Dedeağaç göçmeni. Kemer dedikleri, geç bulunup çabuk kaybedilmiş bir diyar…
Bu köyde üç gün kaymakam beyin konuğu olduk. Çocukluğumun Silivri’sine düşmüştüm sanki. Issızlığın ortasında denizin sesini dinledik. Deniz kabuğu topladık çocuklarla, çapariye gittik. Hem uskumru vurdu oltama, hem trakonya, hem istavrit…on beş sene olmuş misina bağlamayalı. Balıkçılarla açık saçık sohbet yapmayalı, bir kotranın güvertesinden akşam güneşini izlemeyeli…
Üç günden sonra ver elini Bandırma… üzerine iyice yaşlılık sinmiş halamın hatıraları… balkonda onunla sigara keyfi… vakti geçmeyen bir güzellik o. Kendisini güldürene ‘nibevuzir yixin!’ diyen son kişi…
Bursa’da eskinin izlerini arayarak geçen zaman. Çınar altında çay… Üftade, Emir Sultan… Sonra Amasya’nın suya yüzünü dönmüş evleri… her gecesi düğün eğlenceli köyler. Artık bir orta yaşlı olarak oyuna davet edilmesem de bağıra bağıra akordeona eşlik etmek de güzel.
Sonra Çorum… Anadolu’nun orta yerinde daha önce görmediğim girmediğim tertemiz bir vaha… Eski sokaklarında kırk yıllık yuva sıcaklığında bir antikacı dükkanı… kılıçlar, kamalar, lambalar, bakır taslar… bir dost meclisinde tanıdığım delikanlının yüreğini yaralayan zalim kızı kaçırmak üzere büklüm büklüm yolları geçip vardığımız Vakıflar adlı bir köy… modern çağa ait bir kız kaçırma denemesi… delikanlı hala eski delikanlılar gibi mahcup ama eski Çerkes kızlarından eser yok. İpek bir mendilin yere düşüşü gibi değil artık onların selamları. Modern çağ ona da pantolon giydirmiş, haline hareketine erkeksilik katmış, cazibesini elinden almış. Bacağı kırık leyleklere, çiçeği dökük dallara, suyu kurumuş pınarlara dönmüşler. İşin kötüsü onlar neyi yitirdiklerinden öylesine habersizler ki.
Sonra Ankaralı dostumuz Alev Ateş’in televizyondan duymaya alıştığımız spiker sesi ile anlattığı Amerikan izlenimleri. Daha büyük evler, daha büyük insanlar, daha büyük yemek porsiyonlar, daha büyük memleket. Ve ayrılığın, farklılığın bin bir çeşidi ile onların birbirleriyle olan karmaşık kombinasyonları… Amerika bundan ibaret…
Derken, Çatalca İhsaniye’deki bir dost meclisinde şarkı söyleyip üç sarhoş adamı oynatırken buluyorum kendimi. ‘Kuyu da başında bakır, Fatma’m gözlerin çakır… Fatma’ma hasta diyorlar, oynuyor şakır şakır…’
Şakır şakır oynuyorlar hakikaten. Kocaman göbeklerini fıkırdatıp beceriksiz sekişlerle yeni figürler çıkartıyorlar. Karşı yamaçta yankılanıyor kahkahaları… ‘saygılar sunarız avukat abi,’ diyorlar… ‘gene gel…’
Ve Adapazarı’na bağlı Kayalar Memduhiye köyünde Rahmi Deniz Hoca’ya konuk olduk son olarak. Yirmi misafiri bahçeye kurulu uzun masalarda öyle bir ağırladı ki Lale devri erkanı böyle sofra görmedi. Erik sızballı dana eti, içi dağ kekikli halujlar, Abhaz peyniri, çerkes peyniri, kızartılmış peynir, cevizli tavuk, acıka, barbunya ezmesi, zeytinin, reçelin balın en özel çeşitleri, kızartılmış sebzeler ve daha neler… Kahvaltı keyfimize Rahmi Deniz Hoca’nın güler yüzü eşlik etti. Bir ansiklopedi cildini karıştırır gibi konudan konuya atlayarak konuştuk. Sonra Kayalar’ı gezdik. Her biri birkaç dönüm üzerine kurulu bakımlı, modern Abhaz evlerinin verandalarında oturan herkes pırıl pırıl kıyafetli, yaşlılar sinekkaydı traşlı, ev sahibeleri güler yüzlü, genç kızlar makyajlı… koca köyün içinde hiç kimseyi ev hali yakalayamadık. Bakımlı bahçelere rastgele savrulmuş bir tek yaprak yok… suyu azalmış dereler üzerinde çoluk çocuk gülümsedik fotoğraf makinasına…
Ve Faruk’u gördüm ayaküstü. Üniversite yıllarım, aynı evde kaldığımız o ömrümüzün bahar devri, Usul Hukuku illeti, Borçlar Hukuku derdi… gençliği zehir etmeye değer miydi… ah çektik birlikte… kilo almış kerata… elleri hala çocuk elleri gibi… sesi kayıp oyuncağını arayan çocuğun sesi… kardeşim… kardeşim...
Ve bugün itibarıyla döndük işin ve gücün dünyasına. Silivri sahilinin en kadim sakinlerinden Kemal Yıldırım ağabey dünya değiştirmiş dün. Mevlasına kavuşmuş… Tadı olur mu bilmem bundan böyle kıyıda volta atmanın… Kara gözlüklerinin ardından insanın yüzüne sımsıcak bakan o muzip adam olmayınca… ‘seni sarhoş derviş, seni Mardinli Kemal Derviş!’ diye kime sarılırım ben, kiminle kolkola girip siyasilere söylenirim. Kiminle Çeçence muhabbet ederim. Kim seslenir ardımdan ‘Zalım, Zalım !’ diye. Ben kimi bundan sonra onu sevdiğim gibi severim.
Aşk olasın dünya… aşk olasın…
Yorumlar (0)