ANADOLU KANA BULANDI
Belma Balcı
-Adıyaman sokaklarında seferim sürüyor… Birden sokağın köşesinde bir karaltı beliriyor ve aniden kayboluyor… Ben o tarafa doğru seyirtiyorum ama kimseleri göremiyorum… Birden sokağın en ucunda beliriyor esrarengiz yabancı… Bana çok tanıdık geliyor, çok uzaktan bile seçebiliyorum çakmak çakmak siyah gözlerini… Omuzlarında dalgalanan uzun simsiyah saçları, yerlere kadar uzanan sırma işli siyah kaputu ve belinde kırmızı atlas kuşağıyla zamanın çok ötesinden, başka bir boyuttan, fersah fersah uzaklardan geldiği belli… Bu Mervan’ın ta kendisi… Eteklerini havalandırarak hızla uzaklaşıyor, koşarak onu takip ediyorum ama ona yetişmek mümkün değil… O bir görünüyor, bir kayboluyor… ben ise koşmaktan ve sıcaktan kan ter içindeyim, Adıyaman’ın dar sokaklarıda kayboluyorum… Evet, onun Mervan olduğuna iyice eminim artık… O mu beni, ben mi onu takip ediyorum? Her şehirde başka türlü çıkıyor karşıma… Gılgamış’ın bir neferi mi, bir ulu Şeyh Bedrettin’in mürşidi mi, Hacı Bektaş soyundan gelme Kalender Çelebi’nin müridi mi, Mevlana’nın yoldaşı Şems mi, haktan gelene razı olan bir gönlü geniş Bektaşi mi, hakka yürüyen bir insan-i kamil mi, ölümsüzlüğü arayan güçlü ve cesur Gilgamış mi, yoksa Kommagene kralının ta kendisi mi?
Yolumu kaybettim, az ilerde açık duran bir kapı çarpıyor gözüme… kapı ardına kadar açık, davetkar, içerden bir ilahi yükseliyor ve efsunlu nağmeler kapıdan çıkıyor bana ulaşıyor, sesi takip ediyorum ve kapıya doğru yürüyorum çekinerek ve biraz da korkarak… Kapının eşiğinde duruyorum, araftayım işte, ne yapacağımı bilmiyorum, içeri girip girmemek arasında bocalıyorum… İlahinin efsunu beni de sarıyor:
pirlere niyaz ederiz,
yalan dünya nideriz,
ölürüz hasret gideriz,
göster şol didarı bana.
Ben şimdi öyle bir zamandayım ki, Osmanlı’nın Anadolu’da yaşayan alevi türkmenlere baskı uyguladığı, ağır vergilerle yıldırmaya çalıştığı, Yavuz’un, İsmail’le cenk ettiği, Sultan’ın Şah’ı yenip sürgün ettiği, Süleyman’ın Kalender’i katlettiği cehennemin tam ortasındayım…
Yavuz Sultan Selim’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman da alevi türkmenlere aman vermedi, çeşit çeşit fermanlar yayınladı, fetvalar verdi… 1520-1530 yılları arasında kanlı ayaklanmalar, isyanlar ve baskınlar oldu… Baba Zünnun ve Süklün Koca gibi türkmen ayaklanmaları bunların ilki olarak bilinir…
Osmanlı’ların bu kızılbaş türkmen kıyımları Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Kalender Çelebi’yi harekete geçirir sonunda… 1527 de başlayan Şah Kalender ayaklanması, türkmenler için bir dönüm noktası sayılır…
Osmanlı tarih yazıcılarından Vakanüvis Peçevi İbrahim Efendi, Kalender Çelebi hakkında şu bilgiyi verir: “Kalender Hacı Bektaş-ı Veli’nin torunlarındandır, yani Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kadıncık Ana’dan burnu kanı damlasıyla doğma öz oğlu olan Habib Efendinin soyundan gelmedir. Onların inançlarına göre Kalender’in babası İskender, İskender’in babası Balım Sultan, bunun babası Resul Çelebi bunun da babası Habib Efendi’dir...”
Kalender Çelebi çok kısa bir zamanda, Osmanlı’nın zülum ve baskısından yılmış binlerce sünni ve de alevi köylüleri etrafında toplamayı başarır… Vakanüvis Peçevi İbrahim Efendi şöyle yazar: “Adı geçen Kalender Şah o kadar güç ve itibar kazandı, o kadar kalabalık bir topluluğun başı oldu ki, böylesi şimdiye dek hiçbir asiye nasip olmuş değildi. Işık ve Abdal diye anılan ne kadar inancı ve eylemi bozuk kimseler var idiyse yanına toplayıp yirmi, otuz bin kadar eşkiyadan oluşan büyük bir çete meydana geldi...”
Bu güçlü isyan ile baş edemeyeceğini anlayan Osmanlı, hileye baş vurur ve Dulkadir Tımar Beylerine toprak teklif ederek, onlara çeşitli vaatlerde bulunarak, onların isyan eden kuvvetlerden ayrılmalarını sağlar ve de böyle güçlü bir kuvvetin ayrılması Kalender Çelebi kuvvetlerinin geri çekilmesine neden olur… Günümüzde dünyayı döndüren para ve sahip olma isteği, 500 sene önce de hükmünü sürmekteydi, değişen hiç bir şey yok ne yazık ki!