Bir Bibliofil`in Kayıp İlanı Yahut Teşkilat Refik
Hulusi Üstün
hulusiustun@hotmail.com -Hafız-ı Kur’an oldu mu seksen beşinden sonra… yeni kuşe-i uzletinde bahtiyar mı acaba? Refik Amca… Refik Amca…
Üniversite yıllarında ışığıyla aydınlandığım bilgelerden birisiydi Profesör Hüseyin Hatemi. Medeni Hukuk derslerimize gelir, her siyasi görüşten öğrenciyi bilgisine ve nezaketine hayran bırakırdı. Bilge idi, hoşgörülü idi, öğrenci dostu idi, benzeri kalmamış bir İstanbul Beyefendisi idi. Her ders bitiminde odasına kadar eşlik ederdik kendisine. Dünyanın en güzel manzaralarından birisiydi bu. Bir yaşlı adamı bildiklerinden dolayı takip eden gençlerin oluşturduğu görüntüden daha güzel ne vardır ki yeryüzünde. Onun ışığı bizi Fakültenin en izbe köşelerinden birindeki odasına çekiyordu. Kediler dolaşıyordu ayağımızın altında. Hoca mahcup bir nezaketle konuşuyordu bizimle.
Refik Amca’yı onun odasında gördüm ilk kez. Yirmi yıl önceydi. Hatemi Hoca, bu bembeyaz saçlı, şişmanca adama takdim etti beni. ‘Bu delikanlı da sizden Refik Bey, ini fıkırdatarak güldü. ‘Mühim değil!’ dedi. ‘Konusu da mühim değil kendisi de. Yüz puan verip ikmale bırakmalı onu. Ne dünyaya ne ahirete lazım adamlar bunlar.’
Bu şok edici karşılaşmanın ilerleyen dakikalarında karşımdaki adamın lafına sözüne gücenilecek biri olmadığını anlamıştım. Bir süre kitaplardan, dergilerden, yazarlardan konuştuk. Sonra hocadan izin isteyip odasından ayrıldık. Yan yana yürürken aksak olduğunu fark ettiğim yaşlı adamla birlikte iç avludaki banklardan birine oturduk. Çantasından çıkardığı elmayı çakısıyla ikiye böldü ve yarısını bana verdi. Sonra etnoloji, tarih, hukuk ve politika konulu uzun bir sohbete başladık. Bir saate yakın konuştu benimle. Karanlıkta burnumu duvara çarptığım hissini veren bir konuşmaydı bu. Kimdi burnumu vurduğum bu duvar?
. . .
Kısa zaman sonra Hatemi Hoca’nın asistanı tarafından ders çıkışı bir kitap sıkıştırıldı elime. ‘Refik Bey bunu size gönderdi.’ Piyer Loti’nin Aziyade adlı romanının Nahit Sırrı tarafından çevrilmiş eski bir Cağaloğlu’nda bütün yayıncıların, kitapçıların, sahafların tanıdığı bir simaydı Teşkilat Refik. Nadir bulunan, baskısı kalmamış kitapları arar, servet ölçüsünde paralar verirdi. Kitaplara sevdalıydı. Kızlardan bahseden on altı yaşındaki bir ergenin şehvetiyle anlatıyordu kitapları. ‘Devrimden önce Yaşlı elleriyle kitapların tozunu alışını, kitap sayfalarını burnuna dayayıp sevgilisinin saçlarını koklar gibi yüzyılın küfünü kokladığını kaç defa gördüm.
Tanıdıkça aslında çok da sevilmediğini fark ettim. Huysuz, aksi bir ihtiyar olarak algılanmaktan hoşlanıyordu. Tanıştığı her yeni kişi, bir şeyler bildiğini ispat etmedikçe cahildi onun için. Hele gençse, hele Osmanlıca okuyamıyorsa, hele tarih bilmiyorsa, hele en az bir Avrupa dilinde edebiyat eseri okuyamamışsa hiç şansı yoktu karşısındakinin. Halini hatırını sorana ‘Mühim değil!’ diyordu. Eğer ısrar edilirse, ‘Beni üzmeyin’ diyordu. En sevdiği dostlarına bile yeri geldiğinde ‘cahil’ deyip çıkışıyordu. Tavrı bana da sirayet etti bir süre sonra. İnsanları bir şeyleri bilmediği için suçlamanın bencilce keyfini onun sayesinde keşfettim. Yeni tanıştığımız herkesten ‘mefailün’ diye bahsediyorduk. ‘O bir cahil’ cümlesinin aruzla vezni idi bu. ‘Mühim değil’, mefailün’dü. ‘Akıllı ol’ mefailün. ‘Güzel kitap’ mefailün. ‘Teşekkürler’, mefailün… İşin kötü tarafı onun adı olan Refik Demir’in aruz kalıbı da Mefailün’dü.
Zaman içinde yaş farkının aramıza koyduğu mesafeyi bir kenara bırakıp birbirimizin öyküsüne dahil olduk. 1927 Yalova Güney Köy doğumluydu. Ailesi bütün Güneyköylüler gibi 1890’lı yıllarda Dağıstan’dan çıkıp Odesa yoluyla Osmanlı ülkesine hicret etmişti. Babası Temirhanşura hakınlarındaki Hapşi köyünden bir demirciydi. Refik amca İstanbul’da büyümüş, İstanbul Üniversitesinde Fransızca eğitim almış, hayatı boyunca İstanbul’dan çok uzun soluklu ayrılmamıştı. Sorana meteorolojiden emekli olduğunu söylerdi, ama anlamadığı tek şey hava durumuydu. Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça, Avar ve Lezgi dillerini bilir. Osmanlıca okuryazardı.
Kırkından sonra Hopalı bir hanımefendiyle evlenmişti. Çoluk çocuk yoktu. Öyle yakından akrabası da bulunmuyordu. Almanya’daki yeğenlerinin kendisini arayıp sormadığından yakınırdı ara ara. İçinde binlerce kitabın olduğu küçük bir apartman dairesinde oturuyordu. Dairenin koridorları, duvarları kütüphane raflarıyla doluydu, rafların üzeri perdelerle örtülmüştü.
Seviyordu beni, anlattıklarını anlıyordum, bir Osmanlıca kitabı onun bıraktığı yerden devam edebiliyordum. İkimiz başbaşa verdiğimizde Mehmet Emin Yurdakul’u çekiştiriyor, Tanpınar’dan Kırtipil diye bahsediyor, Akif için ağlıyorduk. İbn-ül Emin Mahmut Kemal idolümüzdü. Tarık Zafer Tunaya hakkındaki müthiş sırrı yeryüzünde bir o bir de ben biliyorduk. Bediüzzaman’ın, Osman Yüksel’in, Necip Fazıl’ın mahkemelerini anlatıyordu bana. Necip’i çok Narsist buluyor, şiirine övgü diziyor, düzyazılarını eleştiriyorduk. Format gerektiren bilgisayarlar gibi oluyordu bazen, birbiriyle alakasız bir sürü bilgiyi peşpeşe sıralıyor, onu dinliyor ve anlıyor olmamdan dolayı gözleri doluyordu.
’Reşat Ekrem Koçu 53 senesinde İstanbul’un fethi konulu bir konuşma yaptı. Kendisine süre bitti dediler. ‘Daha konuya girmedim, burada süre bana tabiidir, dinleyeceksiniz’ diye cevap verdi. İbn-ül Emin geldiğinde Sahaflar ayağa kalkıp tazim ederdi. ‘Oturun cahiller!’ derdi onlara. Ebu’l Ala Mardin’i bilir misin? Ve ma edrake ma Ebu’l Ala… bir dahaki sohbetimize dek onun Huzur Dersleri adlı eserini okuyacaksın…’
Kendisinin yanında sigara içmek, bacakları üst üste oturmak, soru sorup cevap konusunda ısrar etmek ayrıcalığına sahip tek kişiydim. Başkalarına karşı tahammülsüz, bana karşı anlayışlıydı. Kendisiyle tanıştırdığım bir arkadaşım onu ikinci görüşünde ‘Beni tanıdınız mı Refik Amca?’ diyecek olduydu da ‘Otur oraya münasebetsiz adam. Çok mühim biriymiş gibi beni tanıdın mı diyor utanmadan…’ cevabını almıştı.
Birkaç ay görüşmeyecek olsak telefon ediyordum. Siyavuşpaşa’daki evinden alıyordum onu. Fatih, boğaz, Florya geziyorduk. Gördüğü her sokakla ilgili anlatacakları vardı.
‘Çırağan’ı Ahmet Rıza yaktıydı… Lüzumsuz adam… Ziraat okulu mezunusun ne anlarsın siyasetten. Kalktı Avrupa’da ittihatçıların başkanı oldu. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün adlı romanını okumalısın. Esasında 2. Meşrutiyetten sonra hanedan bitti. Düşünebiliyor musun Kudüs elden gidiyor, Nefs-i Hümayun incinmesin diye Sultan Reşat’a bildirmiyorlar.’
Öylesine yaşayarak anlatıyordu ki geçmişi, zaman ötesinden dünyayı teftişe gelmiş gibiydi. Eğer bahsettiği Balkan Harbi ise yenilgiyi bizzat yaşamış bir komutan gibi titriyordu sesi. Edebi bir eserden alıntı naklederken yüzü bir Aziz’in yüzü gibi aydınlanıyordu. Geniş bilgi birikimden damıttığı vecizleri vardı. Sonra gözkapaklarının üzerine sarkan uzun beyaz kaşlarının altından muzip muzip bakıyordu yüzüme. ‘Mefailün değilsin… senin adın vezne gelmez cinsten… Malum… kavm-i neciptensin… Etrüsksün sen… Etrüsk…’ diyordu…
Derken… kasabama döndükten sonra görüşmelerimiz seyrekleşti. Not defterime göre 2010 yılının 16 Eylül’ünde Florya’da oturup halleşmişiz. Baston kullanmaya başlamasına üzülmüşüm. Anlattıklarını kayda almışım. ‘Türk adı bir kabile adı gibi fehmolunuyor şimdilerde. Türk bir kavmin adı değil, bin yıl boyunca hakkıyla ifa edilmiş bir tarihi rolün adıdır.’ cümlesini defterime not etmişim. Ondan sonra bir yıl boyunca görüşme imkanımız olmamış.
Geçen kış aklıma düşüverdi. Telefon ettim, her zamanki gibi tanıttım kendimi.
- Refik Beyamca, bendeniz Silivri eşrafından dava vekili Hulusi, dedim.
- evet… mühim adam… teşekkür… dedi.
Sonra halini sordum.
-Hanımefendiyi kaybettik. Ben bayram namazına gittiğimde o da bekaya gitmiş. Dün kırkını okudular, dedi.
Sesinde bir kırıklık, bir üzüntü belirtisi yoktu. Abdülhamit’in hal’i meselesi Babıâli’de konuşulurken genç bir subayın balkondan Cumhuriyet isteriz diye bağırdığını anlattı hemen. ‘O genç subay Mustafa Kemal’di’ dedi.
Ertesi gün ilk işim onu ziyaret etmek oldu. Kitap kokulu dairesinde kitap yığınlarının arasında oturuyordu. Çocuklarımı isimlerini hatırlayarak sordu. Çay koymamı istedi, istersem o lüzumsuz sigaramdan da yakabileceğimi söyledi. Sonra eşinin kırk senelik birliktelikleri süresince kendisini bir kez bile kırmadığını, bunca kitabın varlığından şikayet etmeden hizmetini gördüğünü anlattı. Hanımefendinin yeğenleri varmış. Halalarının cenazesi ile ilgilenmişler. ‘Sen halamızın yadigarısın, istersen bizim yanımıza gelebilirsin’ demişler.
-Kitaplarımdan ayrılamam İki yıldır her sabah namazından sonra CD üzerinden Kur’an dinliyorum. Bu suretle dört defa hatmettim, iki devir daha yaparsam hafız-ı Kur’an olmayı ümit ediyorum. Gel gör ki, erkeğin eşinden önce ölmesi Allah’ın lütfu imiş. Dedi.
Gece geç saate kadar konuştuk. 2. Dünya Savaşını anlattı bana. ‘Oradaki savaş burada siyasi mesele olarak tecessüm etti.’ dedi. Muallim Naci’den bahsetti uzun uzun. Fransızcadan çevrileri varmış, ‘ Göz yegane vasıta-i rüyet iken, göremez kendisini dide bile aine olmadan’ dizeleri onun çevirisiymiş. Sonra izin istedim kendisinden. Bir yayınevinin kitap broşürü ile 1960’lı yıllardan kalma bir edebiyat dergisi tutuşturdu elime. Ayrılırken ‘Bir Mehdi Paşa, bir de sen geldin başsağlığına dost namına… teşekkür…’ dedi.
Sonrası birkaç kez daha ziyaret ettim. En son telefonla görüştüğümüzde,
-Uzlet mühim… uzletteyim ben. Kitap okuyorum. Şimdiye kadar nasıl heba etmişim ömrümü. Ne yapmışım Ozanlar Kahvesinde onca zaman. Dışarı çıkmıyorum artık, oturup okuyorum. Uzletteyim, uzlette…
Bu son görüşme oldu. Aylar var telefonu açılmıyor. Telesekretere mesaj bırakıyorum, dönen yok. Eşinin yeğenleri alıp götürdü onu galiba. Öyle ya bir başına ne yapardı dört duvar arasında… Kitaplarını da götürdüler mi? Hafız-ı Kur’an oldu mu seksen beşinden sonra… yeni kuşe-i uzletinde bahtiyar mı acaba?
Refik Amca… Refik Amca…