İSTANBUL NOTLARI
Cumartesi, bir belgesel için röportaj vermek üzere Yenikapı Mevlevihanesineydik. Yine güzel bir İstanbul havası. Şehre tamazan suhuleti de çökmüş. Yol sakin, insanlar durgun. . . .
Hulusi Üstün
hulusiustun@hotmail.com -Mevlevihane'nin kapısından içeri girmeyeli yirmi yıla yakın olmuş. Özlemişim... Nasıl asude, nasıl dingin nasıl uhrevi bir mekan...
İstanbul kalabalığı, trafik, devasa yükseltiler, şehrin kimliği haline gelmiş karmaşa bu kapının dışında.
İçerisi bir Yahya Kemal şiiri gibi,
İç avluya, duvarlara, çiçeklere, kapılara sinmiş razılık...
Muazzam bir Mevlevilik müzesi olan bina Cumhuriyetin ilk yıllarında ilk mektep olarak kullanılmış, Tatar Kemal o yıllarda bu binada mtalebe imiş.
Şimdi de Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi kampüsü olarak kullanılıyor.
Kapısında kocaman bir levha ile Arapça öğrenim merkezi yazıyor.
Keşke Farsça öğrenim merkezi olsaydı.
Mesnevi orjinal dilinden okunsa, Divan Edebiyatı enine boyuna öğretilseydi burada.
Kadim kültürde büyük yeri olan Farsçanın edebiyatının akademik seviyede öğretilebileceği bir yer olması daha hoş olurdu.
İçimiz dışımız, sağımız solumuz, üstümüz altımız Arapça oldu zaten.
. . .
Bir saatlik bir röportaj çekiminden sonra Veysel ile birlikte civarı gezmek üzere Mevlevihane'den çıktık.
Çok geniş bir restorasyon ve rekreasyon alanı burası.
Öncelikle harap olmak üzere olan Mevlevihane elden geçirilmiş.
Eskiden derme çatma tamirhanelerin bulunduğu alan temizlenip açılmış, belediye kocaman bir kütüphane kondurmuş orta yere.
Geçen yıla dek kütüphanenin müdürü, önemli bir kültür adamı olarak kitap çevrelerinde tanınıp bilinen Selahattin Öztürk idi.
O kendisini emekli edip memleketine çekildikten sonra kütüphanenin içine hiç girmedim fakat görevde iken ziyaret etmiştim.
Hem eser zenginliği, hem rahat çalışma ortamı ile gerçek bir kütüphane idi.
Şüphesiz hala öyle.
. . .
Surdışının önemli ziyaretgahlarından birisi olan Merkez Efendi Camii çevresi de düzenlendi.
Evvelce kalk gidelim yapılar arasında güçlükle fark edilen camiinin önü geniş bir namazgah avlu haline getirilmiş.
Bembeyaz mermer döşeli avlu zemininin, tarihi camii ve çevresiyle uyumlu olmayan görüntüsünü dert etmezseniz sorun yok.
Biz avluya girerken ikindi cemaati camiden çıkıyordu.
Tanıdık eski bir vekille karşılaşıp selamlaştık.
Dipçik gibi bir delikanlı hala...
Ayaküstü geçmiş başarılarından bahsediyor.
Dava sahibi insanlara has dinçlik ve zihin berraklığıyla...
Nasıl bir yaşam gayreti veriyor siyaset insana, nasıl bir enerji kazandırıyor. Şaşılası iş...
. . .
Davası mavası olmayan, vücudu yorgun, zihni de karmakarışık bir adam olarak eğilip baktım Merkez Efendi çilehanesinin önündeki su kuyusuna.
Bundan otuz üç sene evvel bakmıştım bu suya bu noktadan ve suyun üzerinde annemin siluetini görmüştüm.
Annem bakıyordu kuyudan bana gülümseyerek...
Şaşırıp dikkat kesilince yok olmuştu görüntü.
. . .
O vakitler kendisini Merkez Efendi'ye vakfetmiş iki yaşlı türbedar kadın vardı burada.
Biri Kastamonulu çakır gözlü şişman ve altmışlı yaşlarında,
Diğeri Rumelili, bej rengi manto giyen, küçük eşarbı çenesinin altından bağlı zarif bir ninecik.
Bana Merkez Efendi'yi onlar anlatmış, benim için çilehaneyi açmış, bakır bir maşrapa ile su vermişlerdi.
Şehremini'de esnaflık eden Tatar Kemal Amca'yı ziyarete geldiğimde yürüyerek sur dışına çıkar, iki yanı bakımsız serviler ve kırık mezartaşı ile sıralı mezarlık yolundan geçerek buraya gelirdim.
Eğilir bir şey görmek ümidi ile suya bakardım her seferinde.
Yaşlı türbedarlarla sohbet eder, büyüleyici derviş öyküleri dinlerdim onlardan.
Köşede derme çatma salaş bir kulübe içinde rumeli köftesi yapan adama uğrar, bir porsiyon köfte ve yanında piyaz yerdim.
Sonra yine mezarlığın içindeki yoldan geçer, kavuklu mezartaşlarını okumaya çalışarak evime dönerdim.
. . .
O küçük salaş köfteci dükkanı sebebiyle Merkez Efendi'nin köftesi meşhur olmuş.
'Tarihi köfteci, Meşhur köfteci, ünlü köfteci, gerçek köfteci...'
Hepsinin kapısında elinden kabuklu yumurta yenmeyecek türden adamlar...
Ne ki çoğalıyor, tadı kaçıyor.
. . .
Yine mezarlığın içinden geçip sur boyuna çıktık.
Otuz yıl öncesine dek sur bölgesi, çöplük alanı olarak kullanılan, evsizlerin, narkomanların sığınağı, kontrol edilemeyen, temizlenemeyen bir yıkıntı bölgesiydi.
Artık düzenlenmiş, büyük ölçüde sosyal tesis olarak kullanılıyor.
Cumhurbaşkanı, 94 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda 'Bu surları kaldırıp sökeceğim, sur bölgesini dümdüz edip İstanbul'a kazandıracağım.' diye bir açıklama yapmıştı gazetelere.
İstanbul telaşlanmış, akademisyenler, gazeteciler işin olmayacağını yüksek sesle dile getirince vazgeçmişti.
O zaman söz dinliyordu.
. . .
Surun içinden yürüyoruz.
Dar sokaklar temiz, insanlar daha derli toplu eskiye nazaran.
Buradan Şehremini'ye inen yol ilk gençliğimin güzergahlarından...
Sağa, Silivrikapıya doğru inen yolda Feride Teyze'nin evi vardı.
Memur emeklisi, beyefendi bir adam olan eşi ve hiç evlenmemiş, benden yirmi yaş büyük oğlu ile birlikte yaşardı.
Şips - pasta yapardı ben gittiğimde.
Yemekten sonra armonika ile eski Kabardey havaları çalar dertli dertli iç geçirirdi.
Zarif bir hanım efendi idi.
Çok yakın aralıklarla önce eşi sonra kendisi öldü.
Fransa'ya yerleşen oğlu da orada vefat etmiş.
Geçtiğim sokak aralarında Feride Hanım'ın şips pasta kokulu tertemiz evini bulamadım.
. . .
Sümbül Efendi Camii vaktiyle sümbül yetiştiren, farklı renkte sümbüller türetmeye çalışan bir din adamının mekanıymış.
Vaktiyle İstanbul'da sümbül yetiştiren, lale yetiştiren, gül yetiştiren imamlar varmış.
Çiçeğin yetişmesini ruhun olgunlaşmasına emsal tutarlarmış.
Sarıklarına mevsimin çiçeğini sokuştururlarmış.
Din ne ara böyle olmuş, hayret.
. . .
Döndük Silivrikapıdan.
Az öteye, Belgrad Kapıya kadar yürüyüp kapının solundaki Horoz'un dergahını da görmek dilerdim, ama program var.
Orasını bir uygun zamanda anlatmalı, çünkü başlı başına bir roman konusu idi.
Şimdiki nazarla bir Mazhar Osman kliniği gibi ise de o zaman renkli, sihirli bir mekandı
. . .
Mevlevihane'ye dönüp Mehdi Hoca ile sohbet ettik, Yesari Asım'dan, Mustafa Nafiz Irmak'tan, Ali Nihat Tarlan'dan bahsetti bana.
Hoca, mrsleğinin ilk yıllarında Ali Nihat Tarlan'ın kiracısı imiş.
Yesari Asım'ı da, bendesi Doktor Nülent'i de tanımış.
'Kanaryam güzel kuşum' şarkısının bestecisi Mustafa Nafiz'i görmüş.
'Sen tanımalıydın onları' dedi bana.
. . .
Akşam Saraçhane'de 'Gazala' adlı bir Kafkas restorantında Çerkes Thamadeleri ile bir araya geldik.
Gazala yeni mekanım...
Bana kalırsa İstanbul restorantları konusunda yepyeni bir başlık...
Sahibi Kafkasyalı bir göçmen.
Menüde orijinal Kafkas yemekleri var. Servis usulü geleneksel ve son derece özgün.
Önce çorba dedik...
İçinde yumruk kadar kemikli et, yarım patates ve yarım soğan olan kişnişli bir yemek geldi çorba niyetine, ki bizim çorba kaseleri bunun yanında kahve fincanı kadar kalır.
'Benimkisi az olsun' diyeni tatlı tatlı azarlayan Kafkasyalı bir hanım, çorbanın ardından buharda pişmiş, yine yumruk kadar Türkmen mantısı getiriyor. Üzerine havuçlu soğanlı sos falan da döküyor zalimler.
Onun ardından Türkistan pilavı... Ama öyle üzümlü fıstıklı aşure gibi uyduruk bir şey değil. Et, soğan, havuç ve pirinçten ibaret orijinal Türkistan pilavı.
Yetti gayri derken kocaman tepsilerle galnış... Mısır unuyla hazırlanmış köftecikler, sarmısaklı beyrim ve et...
Efendim 'sal bizi gidelim' derken içi cevizli, bal kabaklı, balla tatlandırılmış gözlemeler geliyor.
'Bu Türkler nereden öğrenmiş bu az lafını!'' diye söylene söylene çay getiriyorlar.
Sohbet sohbeti açıyor...
Yine milyonuncu kez konuşuyoruz Kafkasyamızı...
Nakd-i ömrünü bu uğurda sarf eylemiş şövalyelerimiz, Sılpağar Yılmaz, Thaghapsou Mehdi, Negor Fethi, Papba Ömer, Kandur Şakir, Neğoy Cehdi, Yandır Ali, Koban İsmail, Biybak Ahmet ve gençler.
Eksildikçe birbirine daha sıkı sarılan dostlar, eskidikçe kıymetlenen dostlar, aziz bir ailenin büyükleri onlar.
Geç saat... Dostçuğum, kardeşçiğim Şahin, 'gel!' diyor...
Tekrar yola çıkıyorum.
İstanbul ferah, sakin, dingin...
Aman sabahlar olmasın... Aman sabahlar olmasın...