SÖYLEME HAKKI
Hulusi Üstün
hulusiustun@hotmail.com -Bugün bir arkadaşım telefon etti. Bayram tebrikini bildirdikten sonra yanındaki karı kocanın birkaç hukuki sorunu olduğunu söyleyip kısa bir ziyaret için izin istedi.
Tanırım dostumu. İlk münasebetsizliği değildir. Münasebetsizin babasıdır ama kırk yılın hatırı var, dost işte… Bayram günü nasıl reddedeyim, çaresiz ‘buyurun’ dedim.
On dakika sürmedi yanında bir çift ile kapıyı çaldılar. İçeri girdiler, bu münasebetsiz ziyaretten pek memnun olmadığımızı belli eder bir şekilde dertlerini dinledik.
. . .
Önce kadın…
Ayağı kot pantolonlu, saçı boyalı, aksanı düzgün ama her halinden köylülük dökülen orta yaşlı bir Karadeniz kızı… İlk evliliğinden bir kızı olduğunu, bu kızın babasıyla görüşmediğini, babanın da yıllardır kızı arayıp sormadığını bildirip kızın nüfusundan babasına ait soyadını sildirip sildiremeyeceğini sordu.
Bu münasebetsiz soruya kısadan cevap verdimse de elli çeşit alternatifle tekrar tekrar sordu. Her seferinde sabırla ‘olmaz’ dedim.
. . .
Sonra adam.
Kadına göre genç, karşısındakini çok komik bir şey izliyormuş gibi gülümseyerek dinleyen, spastik tavırlı bir adam. Ağzının içinde dilini döndürerek konuşsa da Türkçesi gayet iyi. Pakistan’da tanınmış bir belediye başkanının en büyük oğlu. Ailesi iki kuşak önce amcaoğullarını kesmiş, bir kısmı Afganistan’a geçmiş, orada mülk sahibi olmuşlar, bir kısmı Pakistan’da kalmış. Sınırın her iki tarafında serveti olan etkili bir ailenin çocuğu.
Türkiye’ye resmi yoldan gezmeye gelmiş yıllar önce. Gelince hayran olmuş buralara, bir şekilde bu kızı bulmuş. Öykünün kronolojisine göre kadın evliyken olmuş bu buluşma. Birlikte olmuşlar. Ortak çocukları olmuş.
Delikanlı bir şeyle uğraşmak ihtiyacı duymuyormuş. Babasının yolladığı para ile güzelce geçiniyorlarmış. Yemiş, içmiş, gezmiş, dolaşmış. Antalya’yı, Alanya’yı, Marmaris’i, Bodrum’u biliyor. Bu güzel ülkeye ve güzel insanlarına aşıkmış.
Sonra kanuni oturum süresi dolmuş, memleketine gitmek zorunda kalmış. Her ne kadar memleketinde bekar olduğunu söylese de anlattığı hikayenin açık yerlerinden Pakistan’da eşi çocuğu olduğu aşikar. Oradaki işlerini hallettikten sonra Türkiye’ye resmi giriş yapamayacağı için kara yoluyla yola çıkmış.
. . .
İran’ı geçmek zor olmadı. Üzerimde sırt çantam, içinde bisküvi, kıyafet ve bir tomar para olduğu halde İran’ın bir ucundan diğer ucuna kadar kısa sürede geçtim. Tek sıkıntılı tarafı şuydu yolculuğun, Türkiye sınırına yaklaşınca çay içmek imkanı yok, sınırdan içeri girip bir karakola ya da yerleşim yerine ulaşıncaya dek çay içemiyorsunuz, onun dışında zorluk yok, diyor.
Dört yüz kişilik bir grupla birlikte girmişler Türkiye sınırından. Karşılaştıkları insanlar elleriyle yol tarif ediyor, gruptakiler ise onlara ‘yolu biliyoruz’ diyormuş.
Eşi onu karşılamak üzere bir araba ve bir adam yollamış. Buluşmuşlar, dinlene dinlene gelmişler kasabaya.
‘Türkiye cennet’ diyor. Türkiye’den bahsederken gözleri, ağzı, kulakları, burnu… her yeri gülüyor. Bir parodi sahnesini tarif eder gibi anlatıyor Türkiye’yi.
. . .
Diyor ki adam; ‘Resmi oturumum yok. Yıllardır ikamet iznim olmadan oturuyorum burada. Araba kullanıyorum, polisle karşılaşıyorum, hiç kimseden hiçbir kötü muamele görmedim. Pakistan’da olsam daha çok sıkıntı çekerdim. Burada bize herkes çok çok iyi davranıyor. Birkaç kere yolda kalıp otostop yaptım, insanlar gideceğim yere bırakıyor ve para istemiyorlar. ‘Müslüman kardeş… Müslüman kardeş…’ hepsi bu.
Ama sorun şu. Resmi oturumum olmadığından bu kadınla resmi nikah yapamıyorum, çocukları nüfusuma işleyemiyorum. Burada iş kuramıyorum, para kazanacak bir faaliyet yapamıyorum. Tamam hastane işlerinde problem yok, ama ben Türk pasaportu almak istiyorum. Tekrar Pakistan’a gitmem gerek… Gidersem resmi oturum sürem dolduğu için resmi yolla giriş yapamam, bana yol göster, ne yapmam lazım, diyor.
-Önceden yaptığın şekilde yap madem. Karayoluyla dön ülkene. İşlerini hallet ve kara yoluyla geri gel.
-O olmaz, diyor. Çünkü Türkiye’den İran’a karayoluyla girenleri İran hükümeti tutukluyor, süresiz cezaevine koyuyor ve ancak yüksek meblağlar ödeyerek çıkmamıza izin veriyor.
Yani diyor ki; İran’dan Türkiye’ye kapısız bir bahçeye girer gibi giren göçmenler Türkiye’den İran’a giremiyor, yakalanırlarsa süresiz hapsediliyor ve ancak yüksek bedeller ödeyerek çıkabiliyorlar.
Şok oluyorum.
-Demek İran’dan Türkiye’ye giriş var ama çıkış yok.
-Aynen öyle diyor.
. . .
Kadına dönüyorum,
-Çocuklar bu adamın adına mı kayıtlı.
-Evet, babaları o. Ama benim soyadımı taşıyorlar.
-Pekiyi resmi evlilik yaparsan bu adamın soyadını alacak çocuklar, buna ne dersin.
-Alsınlar, çocuklar onun, diyor.
-Pekiyi bu adam çocuklarını ülkesine götürmek isterse,
Adam karışıyor söze,
-Ben babamın en büyük çocuğuyum. On bir kardeşiz. Babam beni yanına çağırıyor, orada olmamı istiyor. Eğer oraya yerleşmek zorunda kalırsam çocukları yanıma alırım.
-Ya kadın?
Eliyle sinek kovalar gibi bir hareket yapıyor.
-İsterse gelir…
. . .
-Bak dedim adama. Bu ülke size vatan olmaz. Bak benim pantolonumun kumaşına, bak bu koltuğun kumaşına. Bu pantolona bu kumaştan yama olur mu? Olmaz değil mi? İşte siz de öyle bu ülkeden çok farklısınız, bu ülke size vatan olmaz.
Gülüyor anlattıklarıma.
-Öyleyse neden bizi hiç sormadan, engellemeden kabul ediyorlar?
Şu ara konjonktür böyle. Bilmediğimiz bir nedenle ülkenin sınırları herkese açık ama bu sürdürülemez.
-Neden böyle sence? Diyor.
-Bilmiyorum, diyorum.
-Ben biliyorum, diyor. Sizin ülkede genç yok, sizin ülkede insan az, sizin ülkede iş yapacak adam yok, sizin ülkeyi Yahudiler yönetmek istiyor. O yüzden hükümet şimdi başka ülkelerden Müslümanlar gelsin, burada İslam güçlensin, istiyorlar.
-Sen bunun için mi geldin?
Adam gayet açık sözlü, gayet özgüvenli cevap veriyor.
-Yok vallahi. Benim derdim İslam olsa memlekette istediğin kadar var. Bak ben kapalı bir Türk kadınıyla evlenmedim. Müslümanların arasında yaşamak istesem Türkiye’nin doğusunda yaşarım. Ben İslam istemiyorum, ben Avrupalı gibi yaşamak istiyorum. Buraya kaçan insanlar İslam’dan kaçıyor.
. . .
Sizlere karşı bir tepki uyandı son zamanlarda. Özellikle kadınlara karşı tutumlarınız, cinsel açlığınız yerlileri rahatsız ediyor, dedim.
-Evet, buraya gelmeden önce hiçbir yabancı kadını örtüsüz görmedik ülkemizde. Burası bizim için bu konuda özgürlükler ülkesi. Bizde Pencaplılar vardır, onlar sadece kadınlar için yaşarlar. Memleketimizde Pencaplıların kadınlara düşkünlüklerine dair öyküler anlatırız. Ama ben Peştun’um. Peştunlar daha açık tenli, daha düzgün insanlardır. Pencaplılar daha çok Hintli.
-Peştunların da oğlan çocuklarına düşkünlükleri anlatılıyor burada.
-Doğru, sen bizim memleketi iyi tanıyorsun. O bize İskender’den kaldı, diyor pişkin pişkin.
-Bunlar size karşı bir antipati uyandırıyor, diyorum.
-Türkler yumuşak. Türkler kavgacı değil. Ben şimdiye kadar hiç kavga eden Türk görmedim. Göçmenler İran’dan Türkiye’ye girince yanlarında getirdikleri büyük bıçakları, palaları sallar atarlar. Bilirler burada bıçağa ihtiyaç olmadığını, diyor.
. . .
Uzun uzun konuştuk. Pakistan’da yakında seçim olacağını ve İmran Khan’ın tekrar iktidara geleceğini, şu anda büyük enflasyon olduğunu, pahalılık sebebiyle milyonlarca gencin Türkiye’ye gelmek istediğini anlattı. Güldü. ‘Valla sizde parklarda, yollarda, tarlalarda boş yer kalmaz. Bizim bütün gençler buraya gelecek.’ Dedi.
Canımı sıktı anlattıkları. Bu kadarına izin verilmez, dedim.
-Verilir, verilecek. Bunu sen de biliyorsun, ben de biliyorum. Bak binlerce kilometrelik Türk sınırından şu anda biz bunları konuşurken en az iki bin kişi geçti. Sadece Pakistan değil, Afganistan’da milyonlarca insan buraya gelecek. Bunu engelleyemezler.
. . .
Aklım kadının ilk evliliğinden olan küçük kızında.
-Sizinle mi?
-Evet bizimle.
-Bu adam ona babalık ediyor mu?
Başını sallıyor.
Pakistanlı sohbetin en eğlenceli yerine gelmişiz gibi keyifle cevaplıyor karısının yerine.
-Babası onu senelerdir bir kez, bir kez aramadı.
-Kızın babaannesi, dedesi, amcası, halası…
Kadın evdeki kanepeyi soruyormuşum gibi rahat bir şekilde cevap veriyor.
-Hiç biri bir kez bile aramadı.
Pakistanlı araya giriyor.
-Hiç kime aramadı, diyor, hiç kimse aramadı…
. . .
Trakya'da anlatılan bir hikayedir.
Bir koca Arnavut'un biricik kızı Anadolulu bir gurbetçi delikanlıya gönül vermiş.
Arnavut da çaresiz o delikanlıyı iç güveyi almış.
Ev vermiş. iş yeri açmış. kızının hatırına delikanlının bir dediğini iki etmemiş.
Bir gün at arabasıyla şehre inecek olmuş, dışarı çıkıp bakmış ki damat at arabasına binmiş, atların gemini eline almış. 'Gel baba götüreyim seni şehre' diyor.
İşte orada atmış Arnavut'un tepesi,
-More demiş, A.nı verdik, damını verdik, yemini verdik, şimdi de atların gemini mi aldın... İn oradan aşağı vurursam berbadını çıkartırım eşşoğlu eşşek.
Ne lakası varsa o hikaye geldi aklıma.
. . .
Şimdi beni tanımayan, yazdıklarımı bilmeyen bir kısım okuyucu buraya kadar aktardıklarımın kurmaca olduğunu düşünür. Muhtemelen yazdıklarım uygunsuz bulunur birileri tarafından. Benim adım Hulusi Üstün. Silivri’de avukatım. Yaklaşık 25 yıldır hukukla iştigal ediyorum. Onlarca yayınlanmış eseri bulunan bir yazarım.
Arşiv siciliyle sabit olduğu üzere altı kuşaktır devlete hizmet etmiş, bürokrasinin çeşitli kademelerinde bulunmuş, maddi ve manevi varlığı ile yıkılmış imparatorluğun altında kalmış bir ailenin çocuğuyum.
Ailem bana vatan sevgisi anlattı. İstiklal Marşı ezberletti, yurt güzellemeleriyle büyütüldüm. Anam bana 'Tuna boylarında sıra serviler, tan yeri estikçe sessiz ağlarmış' şiirini talim ettirdi. Seneler boyunca her sabah ‘yasam, yurdumu milletimi özümden çok sevmektir’ diye and içtim.
Yurduma faydalı bir işler yapmak hedefiyle okudum. Öyle yönlendirildim. ‘Selanik Selanik ıssız kalasın’ Türküsünün de ‘Hey Onbeşli Onbeşli’ Türküsünün de internet sitelerinde dolaşıp duran öykülerini ben yazdım.
Geriye doğru beşinci dedem Galata Gümrüğünde Katip idi. Onun oğlu 93 Harbi’nde Varna’dan Selanik’e dek telgraf hattı çekti. Seferberlik yıllarında Erzurum’da posta müdürlüğü yaptı. Onun oğlu Şark vilayetlerinde tahsildardı. Onun oğlu Atatürk’ün babasıyla meslektaş olmakla iftihar eden bir tekel müdürü idi. Ben işte o adamın oğluyum. Ailem kuşaklardır devlete verdiği hizmetin karşılığında servet sahibi olmadı. Mülk edinmedi. Küçük apartman dairelerinde yaşadı ve çocuklarına hep onur duydukları geçmişi anlattılar.
Bu memleketin her köşesinde ailemin mezarı var. İstanbul’un büyükşehir belediye binası büyük dedemin istimlak edilen mülkü üzerine inşa edildi. Nazenin İstanbul çocuklarıydılar. Anadolu kıtasının dört bir yanında mezarları kayboldu.
Babaannemin babası Sarıkamış’ta kaldı. Anamın dedesi Sivas şehirliğinde, büyük amcası Yemen’de kaldı. Kayınvalidemin dedesi Şark Cephesinden gelmedi. Kayınpederimin babası Yunan’ı İzmir’de denize döken ordunun içindeydi. İstiklal Harbi belgesi bende mahfuzdur. Yaşıtım kuzenim otuz sene evvel Batman'da PKK kurşunuyla toprağa düştü. Naaşı Bandırma Şehitliğindedir.
Okumayı öğrenmeden İstiklal Marşı ezberlemiş iki evladım var benim.
Bu yazıyı o dedelerin torunu, o çocukların babası, bu ülkenin gerçek sahibi olmak dolayısıyla yazdım.
Bu topraklar Millet-i azizindir.
O millet-i aziz de yeryüzü durdukça payidar olacaktır.