KIZ ÇOCUĞU BABA EVİNİN RUHU
Hulusi Üstün
hulusiustun@hotmail.com -‘ Deliye bulaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir' diyenler için Kuzey Marmara yolu ne güzel oldu.
İstanbul'un trafiğine girmeden, kavgasız dövüşsüz, kornasız sirensiz bir ucundan diğer ucuna ulaşıyorsunuz.
Ademden beri kimsenin ayağı değmemiş gibi boş tepelerden, ormanlardan geçip, nice Deli Dumrul'a baç verip yaşadığın şehrin iki ucu arasında seyahat ediyorsun.
Değiyor gerçi... Deliye bulaşmaktan yeğdir sonuçta.
. . .
Üniversiteli bir kız babasıyım ben artık.
Bugün onu almaya, şehrin diğer ucuna gittim.
Bilmediğim yerlerden, görmediğim sokaklardan caddelerden...
Derken yoğunlaşan trafikte sağıma soluma bakarken eski bir dostu görmüş gibi şaşırdım.
Bu duvar... Bu metrelerce uzayan duvarı tanıyorum...
Bundan on sekiz yıl evvel burada, tek tük bahçeli çirkin gecekondudan bozma evlerin arasından geçtikten sonra kilometrelerce uzanan askeri alanın sonunda ara ara gelip danışmanlık yaptığım şirket binası vardı.
Bu heyula binalar, bu camlı yükseltiler, bu birbirinin aynısı legolarla tutturulmuş tuhaf şekilli kuleler ne zaman inşa edilmiş, ne zaman tozlanmış, ne zaman eskimiş...
Hepsi ben burada yokken, ben burada yokken.
Ya bu kımıldamayan trafiğe takılmış arabalarda kim var...
Nereden geliyor, nereye gidiyorlar.
. . .
Üniversite burası... Otobüsler ring halinde.
Gençler o kadar genç ki... Bez bebeğini bırakıp evden çıkmış kızlar olmalı bunlar...
Ayakkabısını bağlamayı yeni öğrenmiş oğlanlar...
Ama nedense çoğunlukla gülümsemiyorlar.
Oysa gençlik kısık göz, parlak diş, derin gamze ve kahkahadır...
. . .
Mutlu benim kızım...
'Eğer razı isen isteğime...' deyince 'Razıyım tabii' dedim. 'Ne istiyorsan onu oku. Seni yönlendirmeyeceğim.'
Ne istiyorsa onu okusun tabii. İş için değil, meslek için değil, sadece öğrenmek için okusun.
Neyi merak ediyorsa onu öğrensin.
O da bez bebeğini bıraktı odasında ve geçen hafta okuluna başladı.
Ah... Kız çocuğu baba evinin ruhu imiş.
Bizim eskiler; 'Kız çocuğu olmayan evin lambası ışık vermez' dermiş. Çünkü kız çocuğu her gün hohlayıp silermiş lamba şişesini.
Kızı olmayan evlerin lambası hep isli olur, ışık vermezmiş.
. . .
Kızımın beş günlük yokluğunda lambalardan ölgün bir sarılık yayıldı odaya.
Akşam aynı saatte masa başında toplanmadık.
Sandalyesi boş, tabağı boş, bardağı boş... görmeyelim diye.
Ama bugün cuma... Okul saatinin sonuna yetişip alalım onu.
Deliye bulaşmamak için çalı dolaşarak.
Kuzeyden kuzeyden...
Genis kavisler çizerek...
Nice Deli Dumrul'a baç verip destur alarak...
. . .
Ah İstanbul...
Kocaman kollarım olsa, kocaman kollarım.
Tıpkı bu kavisli yol gibi seni bir ucundan diğer ucuna sarılıp sarsam.
Delikanlı yaşımla koklaya koklaya gezsem kuytularında.
Ah ben görmeyince ne çok değişmişsin.
Tokalı terlik geçirdiği ayaklarını üst üste atmış koca göğüslü, ağzı cigara kokan orospu eskisi bir mamanın sermayesi gibi.
Yine de çok güzelsin, çok güzelsin.
. . .
Delikanlı yaşım geçip gitti.
Yarım yüzyıllık adamım şimdi.
Yüzlerce yıl uzakta kalmış da dönmüş gibi.
Yüzlerce yıl tabii... Sultan Reşad'ı görmüş adamlar tanıdım ben.
Don Kişot'a bile yetişememiş Ortaçağlıları gördüm.
Yüzlerine bakınca kulaklarına kadar kızaran ihtiyarları,
Yaşı ne olursa olsun, konuşurken bir genç kıza dönüşen sevecen, hürmetkar kadınları...
Hani ağzında ceviz kırıyormuş gibi konuşan...
Şimdilerde benzeri kalmayan...
ve yüzü sinekkaydı traşlı, hafta içi kravatlı, hafta sonu fularlı, efendimsiz, ricasız, teşekkürsüz konuşmayan o adamları.
Saatlerce ekrana bakıp aşktan, denizden, saçtan, dudaktan bahseden şarkılar dinleyen, mutlu mesut çağların adamlarını...
Bunları gördüm ben.
Ne ara böyle değişti dünya...
Ne aralık geçip gitti onlar ve ne aralık geldi bu gönlü 'kötürüm' insanlar.
. . .
Gönlü kötürüm insanların tahammülsüzlüğü, aceleciliği, öfkesi görünüyor her yerde.
Yalnız kısa yoldan geri dönüşümüzü sağlamak için site kapısını açan beyaz saçlı zarif adam...
Belli ki da eski zamanlardan...
Çok yaşasın, şen olsun, sağlıkla kalsın.
. . .
Ve başka diyarlardan insanlar.
başka diyarlardan kaçıp gelen, kaçırılıp getirilen, kandırılıp getirilen, tıpkı İstanbul'un göçmen kuşları gibi gelip geçerken dinlenen, kalacak olan, geçip gidecek olan.
yanımdan geçen arabadan Arapça bir yalelli yükseliyor,
yol kenarındaki genç adam zayıf, ince uzun, esmer tenli.
Belli ki ya Sudanlı, ya Somalili...
Yurduna bahar getirmeye kalkıp kendisini İstanbul'da bulan Halepliler, Şamlılar...
Kendilerini bu diyara atan rüzgara müteşekkir adamlar.
Sonra ayrıksı yüzleri, soğuk bakışlarıyla Sibiryalı, Baltıklı Rus çocuklar.
Aksaray'da köşe başında on üç delikanlı... Kaf Dağının diliyle konuşuyorlar...
Putin seferberlik ilan etmiş... İlk önce ve en önde ölecek olan Kafkasyalılar...
Bir şekilde uçak parasını devşiren ana babalar oğullarını sınırın ötesinde her hangi bir yere atıyorlar.
Gitsin, uzaklaşsın buradan bizim delikanlılar....
Gözleri ışıl ışıl bizim çocuklar.
Kocamandır onların gözleri... Yürekleri kocaman...
Dünyanın her yerinden on milyon mültecinin sığdığı bu topraklar bir tek onlara yasaklı. .
. . .
Oysa sevecek zamanıydı gençlerin. Aşık olacak çağları...
Sevda çekecek, suya düşen akiste, gökyüzündeki ayda, çiçekte, dalda yar yüzü görecek yaşları.
İnce yar beline hoyrat bir acemilikle sarılacakları, dudaklarının değdiği yerde yangın çıkaracak yaşları...
Ölüme gönderiyorlar bu çocukları. yaşlı adam palyaçoyu yensin diye ölüme gönderiyorlar.
Çünkü ölü gençlerin üzerinde yükselir zafer bayrakları.
. . .
Oysa insanlık ölen gençlerle değil, seven gençlerle, sevda çeken gençlerle, dudaklarının değdiği yeri tutuşturan gençlerle, dans eden, şarkı söyleyen, eğlenen gençlerle yükselir.
Genç adamın insanlık için yapacağı en güzel şey sevmektir.
Sevmeyi bilmeyenin dini belediye nizamnamesinden hallicedir.
Tanrı deyince de aklına sözünün üstüne söz istemeyen kaprisli bir Kürt ağası gelir.
Gel anlat bunu memleketi teslim almış yobazlara.