Silivri Alibey Camii'nin Hikayesi
Hulusi Üstün
hulusiustun@hotmail.com -Şehirlerin de kaderi vardır insanlar gibi. Doğarlar, gelişirler, altın çağları olur ve değişirler… yad ellere düşerler, kıymeti bilinmez, olmadık yerlerine yaralar açılır… sonra asırlar geçer, Truva gibi, Sard gibi Sebastopolis gibi köhneyip kalırlar oldukları yerde.
Silivri’nin ilk taşını üst üste kimin koyduğunu bilmiyoruz ama ona adını veren Trak liderinden haberdarız. Selis’ti adı. Selis’in halkı iki bin beş yüz yıl önce Balkan içlerinden bu diyara geldiğinde altından ırmak akan, bereketli bir ovaya bakan, elli metre yüksekliğindeki falezlerin üzerinde köyden büyük bir yerleşimle karşılaştıklarını tahmin etmek zor değil. Çünkü güvenli bir yerleşim için buradan daha iyisini bulmak kolay değildi. Dolayısıyla geçmişi çok daha eskilere gidiyor olmalı.
En azından iki bin beş yüz yılına dair bir şeyler biliyoruz bu şehrin. Dönem dönem yıldızının parladığını, ona Selis’in yeri anlamında Selimbria dendiğini, bir dönem İmparatoriçe Evdoksiya’nın adıyla anıldığını, bir dönem ipekçilikle yıldızının parladığını, bir dönem tatlı nar bahçeleriyle hatırlandığını, bir dönem yoğurduyla bilindiğini ve uzun zaman unutulduğunu, adeta terk edildiğini biliyoruz.
Osmanlı döneminde güzergah olarak kullanılmadığı için kendi halinde bir kasaba olarak kalan Silivri cumhuriyetle birlikte Rum yerlilerinden arındırılmış, Balkan göçmenlerine ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen insanlara yurt olmuş, son yıllarda Türkiye’nin en çok anılan ilçelerinden biri haline gelmiştir. Silivri, adı bir zindanla, şaibeli yargılamalarla birlikte anılan, taşı toprağı altına dönmüş, insansız İstanbul’un yutup dönüştürmek üzere göz diktiği bir diyar olup çıktı şimdilerde. Hiçbir şeyden çekmedi Silivri, ne Balkan kabilelerinden, ne Haçlı ordusundan, ne Bulgar işgalinden ne yokluktan ne kıtlıktan… Politikadan çektiği kadar…
Şimdilerde bir politik hesaba kurban vermesi isteniyor geçmişe dair bir hatırasını daha. Toplanıp küçük politik hesaplarla kafa yormuş, gündelik pazarlıklara kilitli, şehrin geçmişinden, dedesinin hatırasından, mazi bilincinden, tarih düşüncesinden yoksun birileri tarafından başlatılmış bir kampanya ile geçmişinden kopartılmak isteniyor.
Şöyle ki;
Şehir Türklerce kansız bir şekilde fethedildikten sonra kasabaya yerleştirilen Türklerden geriye kalan tek yadigar aslında Piri Mehmet Paşa Camiidir. Bu camii, Otuz iki köprü ve birkaç mezar taşının dışında Türk ve Müslüman unsurun beş asırlık mazisine ilişkin bir tek eser yoktur kasabada. Oysa ciddi bir gözle incelendiğinde kasaba Roma ve Bizans döneminden kalan izlerle doludur. Kalede korunma altına alınan evler Rum mimarisi örneğidir. Birkaç Yahudi hanesi, yoğurthane binaları, surlar, duvarlar Bizans yadigarıdır. Tabii ki kasabanın değeridir, özbe öz malımızdır, geçmişimizdir, değerimizdir, zenginliğimizdir.
Beş yüz elli yıldır kasabada yaşayan Türk ve Müslüman kitleden geriye ne kaldığı konusunda şimdiye dek hiçbir kasabalının merak duymamış olması acı olduğu kadar da enteresandır aslında. Bu konuda merak duymak bir yana kasabadaki Türk izleri düşüncesizce silinmiş, ortadan kaldırılmıştır. Hiçbir şehrin halkı şehrine bu kadar yabancı değildir belki. Hiçbir şehrin halkı şehrine bu kadar kör değildir.
Bundan yirmi yıl kadar önce yıkılıp kaldırılan Kavaklı Çeşmenin kitabesinde ‘Bu su cari oldukça Silivri kariyesinden Çanakkale’de feda-i can eyleyen şebabın ervahı şad ola !’ yazıyordu. Çeşme belediye eliyle yıkılıp taşı kırıldığında kasabada bir üniversite öğrencisi dışında kimsecikler ağlamamıştı.
Teker teker kaybolan mezar taşları, ayak altı edilen, halihazırda Silivri’de yaşayan ahfadı tarafından bile sahip çıkılmayan, mezarlıklar müdürlüğünün korumaya gücünün yetmediği Osmanlı mezar kitabeleri, Çantalı Rumların mezar taşları, Alipaşa Camii minaresi… bunların her biri bir öykü konusudur aslında. Yunanistan’da Türkokratya dönemini hatırlattığı için yıkılan camiler gibi, kaldırılan çeşmeler gibi, kesilen çınar ağaçları gibi… Birinin vandalı eldir diyelim, diğerininki ise kadir kıymet bilmeyen mirasyedi evlat.
Trajik bir kadir kıymet bilmezliktir bu… Evlad cahil olunca miras sakil olurmuş…
Oysa araştırmacılar tarafından tescil edilmiş, anıtlar kuruluna işlenmiş, tapuda varlığı görünen onlarca Osmanlı eseri vardır şehirde. Şehir Türkler tarafından fethedildikten hemen sonra başlayan imar çalışmaları neticesinde kasaba onlarca sivil yapı ile donatılmıştır. Kimi Fatih’in ordusundaki bir koca Türkmenin eseridir, kimi Rumelili garip dervişlerin, kimi Osmanlı prenseslerinin… daha acısı kimi yoksul muhacirlerin teberruları ile inşa edilmiştir. Fakat hepsi Türküm diyen, adı Ahmet ile Ayşe olan o yapıların banisi ecdadın ahfadı tarafından yok edilmiştir.
Kavaklı Çeşme, Çakırağa Mescidi, Danişmend Mescidi, Kasımpaşa Camii, Kır Camii, Neslişah Sultan Camii, Bodur Mescid, Bali Süleymanağa Mescidi, Çakırağa Zaviyesi ve Hanı, Said Baba haziresi, Hacı Pervane haziresi, Kundaklı Çeşme, Çukurçeşme, İskele Çeşme, meydan Çeşmesi, Adem Hoca Çeşmesi, Recep Kaptan Çeşmesi, Haydar Ağa Sarayı, Eminağa Konağı bu cahil ve vandal evladın eliyle tahrip olmuş, en azından hatırasına sahip çıkılmamış, yok edilmiş, üstüne üstlük varlığı da unutulmuş mimari eserlerdi.
Kasaba içindeki eski devlet hastanesinin bulunduğu arsayı da kapsayan alan böylesi bir hatıranın mekanıdır aslında. Bu alana şehrin fethinin hemen akabinde Türkler yerleşmiş, bölge yerleşimciler eliyle Osmanlı şehri hüviyetine büründürülmüştür. Yalı bölgesinin Türkleşmesi Piri Mehmet Paşa Camii’nin inşası ile başlar. Bölgedeki ilk Türk yapısının Fetih ordusuna mensup Çakır Ağa adlı bir asker tarafından inşa edilmiş mescit, zaviye ve han olduğunu biliyoruz. Bu hanın başlangıçta şimdiki Piri Mehmet Paşa Okulunun arsasını, Özer apartmanını, hastaneyi ve civarındaki birkaç binayı kapsadığı anlaşılmaktadır. Yüzyıllarca ibadethane, zaviye ve Han olarak hizmet veren yapı topluluğu zaman içinde işgal edile edile küçülmüştür. Eskiden mezarı Özer Apartmanı arsasında bulunan Pöstekili Baba’nın bu zaviyenin dervişlerinden birisi olması kuvvetle muhtemeldir. Çakır Ağa ahfadı Silivrili Gacallar arasında halihazırda yaşamaktadır.
Hastanenin bulunduğu yerde 1950’li yıllara değin bulunan caminin, kasabaya 93 harbinde gelen muhacirler tarafından inşa edilen Alibey Camii olduğu düşünülmektedir. Bu yapının aslında daha evvel var olan bir başka mescidin, ya da zaviyenin ihyası suretiyle inşa edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira Silivri’de varlığı bilinen fakat nerede bulunduğu hakkında kimsenin fikri olmayan camiler vardır. Hatta 1964 yılında tamir gördüğüne dair kayıt bulunan Bali Süleyman Ağa, Neslişah Sultan Camii gibi camilerin varlığına şahitlik eden, bilgisi bulunan hiç kimseye rastlanmamıştır. Sanki şehir bu dönemde işgal altındadır ve insanlar bu yapıların yerini unutmuştur.
Aslında bu alandaki caminin ismi konusunda bir kargaşa bulunduğu ortadadır. Bu camiinin, kalenin Kırkapısı’ndan çıkan İstanbul yolu üzerine kurulu olması dolayısıyla başlangıçta Kır Camii adıyla anılıyor olması, bilahare Rumelili Ali Bey tarafından onarılmak suretiyle Aibey Camii adını almış bulunması daha akla yatkın bir ihtimaldir. Kayıtlarda Kır Camii olarak anılan ve Fevzi Çakmak Caddesinde bulunduğu düşünülen Camii ise muhtemelen Balİ Süleyman Ağa yahut Neslişah Sultan Camii olmalıdır. Şehrin sakinleri tarafından varlığı önemsenmeyen yapıların adları da önemsenmediği için kayıtlara yanlış işlenmiştir.
Rumelili Alibey 93 harbi yıllarında (1877-78) Silivri’ye yerleşen Dobruca göçmenlerindendi. Haseski Ailesi, Kaptanzadeler, Ataçlar, Tezeller bu göçmenlerin torunlarıdır. Daha sonra gelenlere göre varlıklı olan bu kesim, kasabanın Müslim mahallesine yerleştikten sonra kıt imkanları ile evvela var olan kalıntılar üzerine Alibey Camii’ni inşa etmek suretiyle şehri kendilerine ait bir yurt haline getirmişlerdir.
Kasabanın Bulgarlar tarafından işgali tam anlamıyla bir yıkım olmuştur. Kısa süren Bulgar işgalinde kasabanın tüm dini yapıları tahrip edilmiş, hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Alibey Mahallesinin yoksul göçmenleri işgalden sonra caminin onarımı için kaynak ayıramamış olmalılar ki cumhuriyetin ilk yıllarında camii ibadete açık olmakla birlikte büyük ölçüde tahrip edilmiş bulunmaktaydı. Takip eden yıllarda devam eden ilgisizlik bir süre sonra camiyi metruk hale getirmiş, 1938 yılında İl Özel idaresi tarafından Cami duvarına bitişik bir şekilde dispanser inşa edilmiştir. Daha sonraki yıllarda dispanser, camii kalıntılarını tamamen içine alacak şekilde genişletilerek Alibey Camii kalıntıları yok edilmiştir.
E-5 karayolunun kuzeyinde yeni hastanenin inşasından sonra hastane arsasının tapuda camii yeri olarak görülmesi Alibey Camii’ni yeniden hatırlatmış, bu alana Alibey Camii’nin yeniden inşası düşüncesi dillendirilmiştir. Bu düşüncenin Kent Konseyi tarafından şiddetle reddedildiğini, camii inşasına karşı çıkıldığını, şehrin dört bir yanına bu alana camii istenmediğine dair pankart asıldığını öğrenince bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum ki bizim feveranımız duyulsun, birileri bu muhalif tavrı yeniden tartsın… Zira tarih bu düşünceye karşı çıkanları yazacağı gibi bu uyarıyı da kaydedecektir.
Bir tarihi eserin ihyasına ilişkin bir düşüncenin kent konseyi tarafından reddedilmesi, öte yandan karşıt bir kampanyaya dönüştürülmesini öyle ettim, böyle ettim. Doluya boşa koydum, lakin anlayamadım. Ne gerekçe ile karşı konulur böylesi bir düşünceye. Ne gerekçe ile karşıt kampanyaya konu edilir, bu insanlar kimlerdir? Bir başka coğrafyanın, bir başka ülkenin insanı mı?
Bu tavrın eksik bilgilendirmeden, yahut basit bir politik hesaptan kaynaklandığını düşündüğüm için bu yazıda meseleyi farklı cephelerden o insanların dikkatine sunma ihtiyacı duyuyorum. Zira burada eskiden var olan bir eserin ihyası için öncelikle gayret göstermesi gereken Silivrililerdir.
Tutalım camii istemeyenlerin dediği olsun… Bir eksik bir fazla bir şey ifade etmez. Yıkılan, yok edilen, izi kalmayan, yeri unutulan onca eserin arasına Rumelili Alibey’in göçmen çıkınından çıkardığı para ile muhacir mahallenin yoksul göçmenlerinin teberruları ile inşa edilmiş Alibey camii de katılsın. Belli ki geçmişte var olan camii oraya yeniden yapılacak olursa birilerini rahatsız edecek… o zaman onlara diyelim ki; ‘yokluğunun dedelerinizi rahatsız ettiğini siz nasıl umursamıyorsanız biz de umursamayız…’
Ama şunu söylemeli ki, dini yapılar şehirlerin nefes aldığı alanlardır. Camiiler, çevresinde günlük hayatın döndüğü, insanların ölümlerde, mevlitlerde, cumalarda görüşüp halleştiği yapılardır. Camiiler bulundukları yerleri mahalle kılar, civarında oturan insanları kaynaştırır… Günümüzde birbirinden yabancı insan yığınlarının ticaret yapmaksızın, politika yapmaksızın, kavga etmeksizin, farklılıklarını önemsemeksizin bir araya geldikleri tek mekan camilerdir.
Ve şunu bilin ki camiler birilerinin küçük politik hesaplarına konu edilemez. Şehrin süsüdür onlar, varlığımızın mührüdür, ölümümüz ve doğumumuzdur, sizin değilse de başkalarının arındığı, sığındığı sükunet hücreleridir.
Ve şunu bilin ki bugün inşa edilmemesi için konseyler topladığınız, kulisler yaptığınız, aslanlar kaplanlar gibi karşı koyduğunuz o camii sizin geçmişiniz, onurunuz, maziniz ve şerefinizdir.
Ve şunu bilin ki bugün Silivri’de birileri bir Osmanlı eserinin ihya edilmesine nasıl muhalifse aynı iştah ile Bulgaristan’da fanatik Bulgarlar, Yunanistan’da fanatik Rumlar Osmanlı eserlerine aynı şekilde muhaliftir.
Ve şunu bilin ki geçmişiyle, tarihiyle barışmayanlar, dedelerinin değerlerine sahip çıkmayanlar şehirler için depremler kadar tehlikelidir. Onların eliyle inşa edilen şehirler ortadadır. Onlar hangi huzurevinde kocarsa kocasın bir imamın önünde, yoksul insanların teberruları ile yapılmış bir camiinin mutfak tezgahına benzeyen musallasında uğurlanacaktır dedelerinin yanına.
Öte yandan…
Eğer bu arsaya caminin inşası, birilerinin camii karşıtlarına rağmen gerçekleşecekse bu cami şehrin merkezine yakışır bir mimari ile inşa edilmeli, yüksek bir minaresi olmamalı, ferah bir alanda geçmişine uygun çizgi ile arzıendam etmelidir. Bu yapının altında, yanında, müştemilatı niteliğinde yahut bağımsız bir ticarethane tesis edilmemelidir. Osmanlı mimarisinin beceriksizce taklit edildiği yapılardan biri olacaksa olmayıversin. Bu anlamda minarelerin artık işlevsiz olduğu dikkate alınarak belki bir kaç meterelik zarif ve simgesel bir minare ile yetinmelidir. Görkemli, ihtişamlı bir yapı yerine sade, küçük ama işlevsel bir yapı tercih edilmelidir. Modern bir proje çizmek adına saçmalanmamalıdır. İcap ederse bir müsabaka ile çeşitli projeler arasından seçilmelidir.
Yine bu camii eğer inşa edilebilirse yüz yıl önce uğradığımız bozgunun hatırası olarak caminin caddeye bakan cephesindeki her bir taşın üzerine Muhacir mahalleyi oluşturan 93 göçmenlerini geldiği Osmanlı şehirleri ile talep eden ailelerin adları yazılmak suretiyle aynı zamanda bir Balkan Harbi Anıtı haline getirilmelidir.
Ki Rumelili Alibeylerin ruhu şad oldun…